

Gece çadıra girdikten kısa bir süre sonra fırtına başladı. Çadırın dış tentesinin altından giren hava rüzgarın şiddetiyle iç tenteye çarpıp durarak uykuyu imkansız hale getiriyor. Yaklaşık 760 metre yükseklikteyiz. Ucu bucağı belli olmayan sonsuz bir deniz ve gökyüzünün karşısında, önümüzde herhangi bir korunağın olmadığı bir yerdeyiz. Karada fırtınayı ilk karşılayan şey bizim çadırımız. Birazdan yağmur da başlıyor. Dışarı çıkıp çadırın iplerini iyice gerdirip tüm kazıkları da çakıyor, dış tentenin altındaki boşluktan rüzgar girip çadırı uçurmasın diye de üstüne ağır taşlar koyarak çadırı sağlamaya alıyoruz. Gecenin ilerleyen saatlerinde fırtına şiddetini daha da arttırıyor. İçinde biz ve çantalarımız olduğu halde çadırın uçup gidebileceğini düşünecek kadar dehşetli bir fırtına bu.
Hava aydınlanmaya başlarken geceyi uykusuz da olsa sağlam atlatmanın rahatlığıyla çıkıyoruz çadırdan. Denizin üzerinde irili ufaklı hortumlar var. Gül Pansiyon’un önündeki tek çadırlık bu alandan pansiyona doğru yöneldiğimizde bizim Amerikalı çiftle karşılaşıyoruz. Biz köyde kalmaya karar verdiğimizde onlar yola devam etmişti. Biraz ilerledikten sonra çadır kurmuşlar ve gece fırtınada çadırları devrilince köye dönüp pansiyona sığınmışlar. Biraz sonra kızlar da uyanıyor ve bir karar almamız gerekiyor. O gün yürümemiz mümkün değil. Bayram dönüşü olduğu için otobüs bulmak imkansız ve bizim haftalar öncesinden aldığımız otobüse yetişmemiz şart. Kızlar da yola devam etmek istiyor. Ortak araç kiralayacağız ve biz Bel’e kadar kızlar da Kınık’a kadar araçla gideceğiz. Gül Pansiyon’un sahibinin bacanağı Turcan’la 100 liraya anlaşıyoruz. Neyse ki 5 kişiyiz.
Turcan’ın torosuna birazdan çantaları yükleyip çıkıyoruz yola. Dağ yolundayız. Yağmur aralıksız yağıyor. Arabanın silecekleri ve bir farı çalışmıyor. Sisten ve ön camdaki yağmurdan önümüzü göremiyoruz. Soldan, karşı yönden araba gelebilir; sağ taraf zaten uçurum. Kafamı camdan çıkartıp “biraz sonra sağa dönüyoruz”, “sola hafif kıvrım var”, “sol, sol, çevir, çevir” şeklinde dünyanın en tehlikeli copilotluğunu yapıyor, bir yandan da camı siliyorum. Kafamı camdan uzattığım halde sisten 5 metre ilerisini görmek zor. Çok yavaş ve dikkatli gidiyoruz. Tabii tüm bunlara rağmen neşemiz yerinde. Eğleniyoruz :)
Bel’e vardığımızda yağmurun şiddeti gözümüzü korkutuyor. Yağışın ertesi gün de devam etmesi çok muhtemel -ki öyle de olmuştu- devam ediyoruz… 1-1.5 saat süren yolculuktan sonra Karadere’de araçtan indiğimizde Gül Pansiyon’un sahibinin bacanağı Turcan bizi bacanağının evine götürüyor :) Teyzenin biri kimdir, nedir sormadan yedirip içiriyor bizi. Sarmasından, tatlısına kadar her şey var. Birlikte fotoğraf çekip, teşekkür edip ayrılıyoruz oradan. Çantalarımızı yükleniyoruz. Elimdeki Likya Yolu rehber kitaplarından birini imzalayıp veriyorum Melek’e. Bizde bir tane var, onlara da lazım. En azından buradan devam etmeliyiz yürümeye. Letoon 1 km tabelasından girdiğimiz sırada yağmur yine bastırıyor. Yağmurlukları çıkarıp giyene kadar tamamen ıslanıyoruz. Etrafımızda ne çadır atacak yer var ne de bizde ıslak çadıra ıslak kıyafetlerle girecek kararlılık.
Yürümeye başlarken gördüğümüz, lazım olur diye numarasını aldığımız Özlem Pansiyon’u arıyoruz. Bizi gelip alacaklarını söylüyorlar. Yarım saat ıslak bir şekilde bekledikten sonra yine arıyoruz, bizi alacak aracın çalışmadığını, düzeltmeye çalıştıklarını söylüyorlar. Çare yok, bekliyoruz. Biraz sonra küçük bir motorla biri geliyor. 3 iri kıyım adam, 2 iri kıyım sırt çantası :) Neyse ki arabanın çalıştığını haber alıyoruz.
Pansiyonda bizim gibi bir çok sırtçantalıyla, yürüyüşçüyle karşılaşıyoruz. Bizi ana binanın haricinde başka bir binaya götürüyorlar. Etrafta bu pansiyondan başka bir şey yok. Her taraf sera. Pansiyon bahçesi yağmurun etkisiyle çamurlaşmış, her tarafta inşaat malzemeleri. Aklımız böbreklerde devam ediyoruz, yapacak bir şey yok. Odada yatağın üstünde karıncalar geziyor, ayağı örümcek ağlarıyla dolu ve en ilginç tarafı tuvalet ve banyosu balkonda. Evet, balkon dışarıdan kapatılmış, bunda bir sakınca yok. Fakat tuvaleti ve banyoyu kullanan kişiyi görmek istemiyorsanız odanın içinde gözünüzü kapatmanız gerekiyor :) Odadaki gardıropta iki çift topuklu ayakkabı var. Kapı kilitlenmiyor. Biraz sonra adamın biri odaya dalıp, özür dileyip çıkıyor. Yan odada bir çiftin kavgası kulaklarımda, Bukowski’nin pansiyon anılarını ve Pansiyon Manzumeleri’ni hatırlıyorum.
Her şeye rağmen bizi yağmurdan kurtarmış olmaları, iyi niyetli ve yardımsever tavırlarıyla tüm bunları iyi anılar olarak hatırlıyorum. Ertesi gün kurumuş, dinlenmiş bir şekilde tekrar yola çıktık ve bir günü de Antalya merkezinde ve otogarında geçirmek suretiyle bu serüveni tamamladık. Hesapta olmayan olaylarla planımız bozulmuş gibi görünse de hesapta olmayan olayları göze alarak yola çıkmıştık. Olması gereken de budur. Çünkü yol hayatın ta kendisidir ve üzerinde her ihtimali bulundurur.